24 Nisan 2014 Perşembe

İki kadın gazeteciden yeni kitaplar




Biri Ahu Özyurt. Yıllardır sıcak haberin içinde. Hem sahada, hem ekranda. ‘Gece Görüşü’ kitabında habercilik hayatını akıcı şekilde aktarıyor. Diğeri Meltem İnan. O da tüm Türkiye’yi belgeseller için arşınlamış biri olarak, yurdun dört bir yanından insan hikâyeleriyle dolu ‘İnsan Koleksiyoncusu’nu yazdı.




AHU ÖZYURT / 'GECE GÖRÜŞÜ'
Bugünlerde gazeteciler ardı ardına kitap yazıyor. Eski habercilik günlerine bir özlem mi bu?
Ben keyifli gazetecilik yaptığım ve çok da özel haber biriktirdiğim günleri yazdım. Diğer dostlarımızın gazetecilik kitaplarında, biraz daha tarihe not düşmek, sistemi eleştirmek hatta hesaplaşmak var. Ben genç meslektaşlarıma, “Bakın bu taht oyunlarına kapılmayın. Bu meslek harika bir şey, iyi ki yapıyoruz” demek için yazdım. 'Gece Görüşü', eğlenceli, çabuk okunan ama akılda kalan bir kitap. Kendi yolunda gidiyor.
Bunca yıl sahada habercilik yaptınız, ekran önünde oldunuz. Bu işin en zor ve en keyifli kısımları nedir?
Haber büyük olduğunda sahada olmaktan iyisi yoktur. Deprem,  Öcalan’ın İtalya’ya gidişi, sonra Türkiye’ye getirilişi... Bunlarda hakikaten insan ürperiyor. Benim Beyaz Saray muhabirliğim de böyle bir şans. İnsan dönüp bakınca anlıyor önemini. Ekran önü kabul etmek gerekir ki şu anda Türkiye’de güçlü olmak, iyi para kazanmak ve sözünüzün, haberinizin hedefine ulaşması için tek mecra ve çok önemli. Onun da keyifli olduğunu söylemek gerekir.
Gazetecilikte kadın olmak avantaj mı, dezavantaj mı?
Genelde avantajdır. Ama şu dönemde ekranda pek akıllı kadın makbul değil. Mümkünse; güzelse cahil olsun, ağzı laf yapan çığırtkansa da iktidara yakın olsun isteniyor. Sakin, makul, akıllı, bilgili olmak, doğru soruları sormak bu dönemde prim yapmıyor. Ama bunlar da geçecek elbette.
"Meslek hayatınızdan sadece bir günü seçin" desek… Hangisi olurdu? 
İki gün seçsem... Kopenhag’da Galatasaray’ın Avrupa Şampiyonluğu günü... Kavgasıyla yağmuruyla, her şeyiyle. Diğeri de geçen Nevruz, Diyarbakır. Tarihin döndüğü gündü. O meydanı, o kalabalığı, Sırrı Süreyya’nın mektubu okuduğu anı unutamam.
Habercilik adına ümitli misiniz? Bu karamsar hava sizi nasıl etkiliyor?
Dibe vurduk çıkıyoruz. Temizlenme geliyor. Hem de çok ciddi şekilde. Gerçeklerin, iyilerin birbirinin yanında durması, destek olması zamanı. Bir de büyük ağabeylerimiz, ablalarımız artık kavgayı ve köşe hırsını biraz kenara bıraksınlar. 30 sene köşe yazan, üstelik hep aynı şeyleri yazan insan yok dünyanın hiçbir yerinde. Yenilere yer açılsın. 

MELTEM İNAN / 'İNSAN KOLEKSİYONCUSU' Çok farklı bir “Türkiye gezi kitabı” yazdığınızı söylüyorsunuz. Nedir bu fark? Belgesel ve gezi programlarını arşivlerken, dünyanın farklı ülkelerinde hazırladığım programlarda yarım saatlik bölümün ağırlıklı olarak gezilen yerlerden oluştuğunu, Türkiye’de yaptığım programlarda ise ağırlıklı olarak röportajlardan oluştuğunu fark ettim. Türk insanı o kadar renkliydi ki, gittiğiniz yeri onlar olmadan anlatmanız programın kuru ve tatsız olmasına neden olurdu. O an kafamda şimşek çaktı: “Türkiye, Türk insanı olmadan anlatılamaz” dedim; çünkü toprağa ruhunu veren insandır. Ve yazmaya başladım. Kimleri anlattınız kitapta? En ilginç, en renkli ve yaşadıkları bölge ister köy olsun ister büyük şehir, orada fark yaratmış insanları. Hepsi bir romana ilham verebilecek karakterler. Ve her biri, kısıtlı imkânları olsa da, bunu asla bahane etmemiş ve sınırlarını fazlasıyla aşmış yöre insanları. Mesela, “Urfa’da Oxford olsaydı, o şimdi başbakandı” dedirten karizmatik girişimci Harran’lı Ali Kızıl... Türkiye’nin ilk palyaçosu ve yaşadığı yeri adeta eğlence parkına çevirmiş Yakup Amca... Manisa Tarzanı’ndan sonra “Halfeti Robinson’u” diyebileceğimiz Hasan Çiloğlu... Kaz Dağları’nın "Yerli Siddharta’sı" diye tanınan Hüseyin Meral... Ve bunun gibi daha niceleri. Hepsi çok değerli, çok özel, çok ilginç portreler. Kitapta gezilen yerleri, bu kişiler üzerinden anlatıyorum. Daha önce, dünyada gezdiğim gördüğüm yerlerdeki anılarımı ‘Anı Koleksiyoncusu’ isimli kitabımda anlatırken, mizahi bir dille aktarmıştım yaşananları. Ama ilk kitabımla bu kitap arasında geçen beş yılda önce babamı, sonra annemi kaybettim. Yani bütün bunları yaşarken ortaya ‘acıların çocuğu’ kıvamında bir kitap da çıkabilirdi. Ama bittiğinde bir de baktım ki, ortada mizahi bir üslup var.  Kendiliğinden oldu yani. 

kaynak http://www.tempodergisi.com.tr/




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...